31 Mart 2009 Salı

Ortacağ

Birbirine benzer özellikler sergileyen Eskiçağ ile Yeniçağ ara­sında kaldığı için, geçmişe farklı bir anlayışla bakan Rönesans düşü­nürleri tarafından Ortaçağ olarak adlandırılmış bu döneme yönelik araştırmalar, genellikle Hıristiyan Dünyası ile sınırlandığından, bili­min gelişim sürecinin mükemmel bir biçimde betimlenmesi girişimleri yetersiz kalmıştır; oysa Yunan bilim ve felsefe birikimi ile Sâmî geleneğinden gelen tek tanrılı din anlayışına dayanan Akdeniz Uy­garlığı, sözü geçen dönemde Hıristiyan Dünyası'nı yanında, Yahudi ve İslâm Dünyaları'ndan gelen büyük katkıların etkisiyle biçimlendi­rilmiştir ve Hıristiyan Dünyasını anlatıp diğer dünyaları ve özellikle de hepsinden daha önemli olan İslâm Dünyası'nı anlatmamak büyük bir eksiklik olarak görülmelidir.
Bu nedenle, burada Hıristiyan Dünyası'ndaki ilmî ve felsefî ge­lişmelerin yanısıra İslâm Dünyası'ndaki ilmî ve felsefî gelişmeler de ana çizgileriyle tanıtılacak, ancak diğerleri kadar önemli olmadığı için Yahudi Dünyası'ndaki gelişmelere temas edilmeyecektir.
Ortaçağ düşüncesinin belirgin özelliklerinden birisi, dinî öğre­tilere dayanan dinsel bakışın ön plana çıkmasıdır; ancak düşüncede dinîleşme Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin ortaya çıkması veya güçlenmesi ile başlamamıştır; kökleri Hellenistik Dönem ve Roma Dönemi felsefelerine ve özellikle de Yeni Platonculuğa ve Stoa­cılığa kadar geri götürülebilir.
Yunan düşüncesinde böyle bir eğilimin güçlendiği yıllarda Hı­ristiyanlığın doğması ve yayılması, öyle anlaşılmaktadır ki düşüncede dinîleşme sürecine büyük bir ivme kazandırmış ve Hıristiyanlığın Romalılar tarafından resmî bir din olarak benimsenmesi sonucunda dinî düşünce, dinî olmayan düşünceyi giderek etkisiz hale getirmiş­tir.
Hıristiyanlığın ortaya çıktığı yıllarda, iki farklı dünyanın, yani Sâmî Dünyası ile Yunan-Roma Dünyası'nın dinî ve felsefî birikimle­rinin uzlaştırılması gerekmiştir; aslında bu uzlaştırma, inançlılar açısından bakıldığında kaçınılmaz bir görevdir; çünkü Roma İmparatorluğu'nu oluşturan iki önemli geleneği, uygun bir biçimde kaynaş­tırmadan toplumsal düzeni sağlamak ve dolayısıyla kamusal yönetimi sorunsuz bir biçimde gerçekleştirmek olanaklı değildir. Burada bas­kın olan veya süreç içerisinde baskınlaşan birikim, Sâmî Dünyası'nın birikimidir; bu nedenle Yunan-Roma birikimi, olduğu gibi benim­senmemiş, Hıristiyanlığın ilkeleri ile bağdaşabilen veya bağdaşmasa da bağdaşırmış gibi gösterilebilen Platon ve Aristoteles felsefeleri kısmen alınmış, diğerleri ise atılmıştır.
Düşüncede dinîleşme sürecinin sonunda, Eskiçağ'ın ilk dönem­lerinde yürürlükte olan "doğru bilgi arayışı", son dönemlerinde ve bütün Ortaçağ'da, yerini "doğru davranış arayışı"na bırakınca, ister istemez bilimsel etkinlik ve buna bağlı olarak bilim de değerini ve önemini yitirmiştir; çünkü şurası açıktır ki bilimsel etkinliğin ürünü olan bilimsel bilgi, praxis ile ilgili değil, theoria ile ilgilidir ve dolayı­sıyla bir insanın nasıl davranması gerektiğine ilişkin herhangi bir yargı içermez.
Ortaçağ'da bilim, çeşitli nedenler yüzünden ve en çok da yukarı­da belirtmiş olduğumuz neden yüzünden Batı Dünyası'nda eski değe­rini yitirmiştir ama tamamen unutulmamıştır; bilimin unutulması veya tarihin herhangi bir döneminde herhangi bir toplum içinde tamamen işlevsiz kalması olanaksız görünmektedir; çünkü hem insan aklının işleyiş biçimi ve hem de insan toplumlarını gündelik gereksinimlerini gidermeye yönelik eylemleri, şu veya bu biçimde, şu veya bu miktarda bilimsel etkinliği kaçınılmaz kılmaktadır. Meselâ, ziraat, zanaat ve ticaret gibi ekonomik etkinliklerin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi için yeteri kadar matematik ve astronomi bilgisine, hastaları veya yaralıları tedavi etmek içinse yeteri kadar tıp ve eczacı­lık bilgisine ihtiyaç duyulmaktadır; bu nedenle, hiçbir toplum, ge­rekçesi ne olursa olsun, bu tür bilgilere veya bu tür bilgileri sağlayan yöntemlere tamamen sırt çevirmemiştir.
Ortaçağ'da da böyle olmuş, Yunanlıların bilimsel bilgi birikim­lerinin hiç değilse bir kısmı, Yedi Özgür Sanat içine giren Quadrivium (Dörtlü: aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) dersleri arasında manastır ve kilise okullarında okutulmuş ve öğretilmiştir; ancak Batı Dünyası açısından bakıldığında, bilimsel bilgi birikimine önceki ve sonraki dönemlere nispetle önemli bir katkıda bulunulmadığı ve bilinenlerin büyük bir kısmının tamamen unutulduğu da doğrudur.
Bu döneme Doğu Dünyası ve özellikle de İslâm Dünyası açısın­dan bakılacak olursa, oldukça farklı bir manzara ile karşılaşılmaktadır ve bu manzara, Ortaçağ'ın bir bütün olarak olumsuzlanmasının doğru olmadığını göstermektedir; çünkü 8. ve 12. yüzyıllar arasında Müs­lüman bilginler, yapmış oldukları bilimsel araştırmalarla bilimin çeşitli alanlarına önemli katkılarda bulunmuşlar ve Eskiçağ bilimini büyük ölçüde geliştirmişlerdir.
Şayet bir dine bağlı iseniz, dininizi başka bir dine bağlı olan ve­ya olmayan şahıslar tarafından yöneltilen saldırılara karşı savunmanız gerekebilir. Hıristiyanlık, doğduğu ve yayıldığı yıllarda, muhtelif dinlerle ve felsefelerle yüz yüze gelmiş ve öğretilerini savunmak mec­buriyetinde kalmıştır; bir dinin başka bir seçeneği de yoktur; çünkü hasımlarının eleştirilerini karşılamaya gücü yetmezse, inandırıcılığını ve buna bağlı olarak kendisine bağlanmış olan müminleri kısa bir süre sonra kaybeder ve tarih sahnesinden çekilir. Öyleyse teolojiye (veya ilahiyata) ve dinî felsefeye "savunmacı" niteliğini kazandıran şey, dinî rakipleridir; rakipler çoğaldıkça ve güçlendikçe, dindarlar ve ruhbanlar ile bunların savunma ve hatta saldırma eğilimleri artar; giderek dinî öğretilerdeki gedikler kapatılır ve din duvarları, saldırı dalgalarından etkilenmeyecek biçimde tahkim edilir. Böyle dönemlerde, düşünsel etkinliğin, başka sorunlarla uğraşması olanaksızdır; bunlar, yani düşünsel etkinlik ve bunun bir parçası olan ilmî ve fel­sefî etkinlik, düşünsel düşmanlarını bertaraf ederek dinî öğretiyi kurtarmak mecburiyetindedir; bu nedenle bütün gücünü bu yolda tüketir.
Öyleyse Ortaçağ'da Hıristiyanlar ve özellikle de 12. yüzyıldan sonra Müslümanlar doğayı değil, dinlerini ve dinlerini tehdit eden diğer dinleri ve felsefeleri tanımaya çalışmış ve bu nedenle yüzlerini doğadan çok dinî ve felsefî birikime çevirmiştir; düşünceleri, doğayı inceleyerek yeni bilgiler üretmeye değil, yandaşlarının savlarını sağ­lamlaştırmaya ve hasımlarının savlarını ise çürütmeye koşullanmıştır. Bir kez daha belirtmekte yarar vardır ki bu gelişmeler, sadece Ortaçağ Hıristiyanlarına özgü değildir; benzer koşullarda bütün din­ler, benzer reaksiyonlar vermişlerdir ve bu nedenle Yahudiliği ve İslâmiyet'i bu değerlendirmenin dışında veya üstünde tutmak tarihî yönden bakıldığında olanaksızdır.
Ortaçağ'da din, felsefe ve bilim alanlarındaki düşünsel etkinlikler, kutsal kitaplar ile otoritelerin yapıtları tarafından yönlendirilmiş­tir ve Özellikle Aristoteles'e karşı büyük bir güven duyulmuş ve akıl ve inanç uzlaştırmasına yönelik çalışmalarda Platon'dan ziyade Aris­toteles muhatap olarak görülmüştür; ancak bu durum, Platonculuğun ve onun bir uzantısı olan Yeni Platonculuğun etkisiz kaldığı biçi­minde yorumlanmamalıdır; çünkü meselâ kilisenin en saygın isimle­rinden birisi olan Augustinus (354-430) koyu bir Platoncudur ve kurmuş olduğu otorite Platonculuğun Hıristiyan öğretisi içinde kök salmasına neden olmuştur. Albertus Magnus (1193-1280) ile öğrencisi Thomas Aquinas (1225-1274) gibi son dönem Hıristiyan felsefesinin önde gelen iki büyük ismi ise Aristotelesçidir ve Katolik Kilisesi'nin resmî felsefesini oluştururken bu filozofun izinden gitmişlerdir.
Ortaçağ'ın son dönemlerinde Aristoteles mantık ve doğa bilim­lerinde bir otorite olarak görülmüş ve değerlendirilmiş, ve bilimsel araştırma, Aristoteles'in yapıtları üzerinde veya bu yapıtlarda betim­lenmiş olan kuramlar çerçevesinde yürütülmüştür. Gökbilim ve evrenbilimde Batlamyus'un, insanbilimlerinde ise Galenos'un otoritesi tartışılmazdır.
Ortaçağ Hıristiyan Dünyası'nı anlatırken çok sık kullanılan skolastik, yani scholasticus terimi, Latince schola (okul) sözcüğünden gelmektedir ve "okulcu" anlamını taşımaktadır. Ortaçağ'daki bütün düşünsel etkinlikler, bu sıfatla nitelendirilmiştir; çünkü bu etkinlik­ler, Ortaçağ'da ruhbanları yetiştiren manastır ve katedral okullarında yürütülmüş ve geliştirilmiştir.
Dinî, felsefî ve ilmî etkinlikleri yönlendiren Skolastik Yöntem, bir Fransız düşünürü olan Petrus Abaelardus'un (1079-1142) Sic et Non (Evet ve Hayır) adlı yapıtında açık bir biçimde anlatılmıştır. Ona göre, bu yöntemde din ve felsefe otoritelerinin düşünceleri karşı kar­şıya getirilir; uzlaştıkları ve uzlaşmadıkları noktalar belirlenir ve sonra da otoritelerin aslında uzlaşmakta oldukları gösterilmeye çalı­şılır.
Bu uzlaştırma işlemi, gerçekte pek de kolay değildir; aynı konu­yu açıklamaya çalışan uzlaşmaz görüşler karşısında, Ortaçağ düşü­nürleri çoğu kere çaresiz kalmışlardır; meselâ Evren'in yaşı sorununu ele alalım: Acaba Evren, Aristoteles'in belirttiği gibi ezelî ve ebedî midir, yoksa kutsal kitapların bildirdiği gibi belirli bir anda Tanrı tarafından 7 gün içinde yaratılmış mıdır? Bu iki görüşü, birbirleriyle uzlaştırmak olanaksız gibi görünmektedir; öyleyse bunlardan biri veya diğeri seçilmelidir; ama hangisi seçilecektir? Çünkü hangisi seçilirse seçilsin, seçilmeyenin inandırıcılığı ve otoritesi sarsılacaktır. İşte Ortaçağ düşünürleri, en büyük düşünsel sıkıntıları ve bunalımla­rı, uzlaştırma ilkesini benimsemiş olmalarına rağmen, bu tür uzlaş­maz görüşlerle karşılaştıklarında yaşamışlardır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bu uzlaştırma girişimlerinin başarılı veya başarısız oluşlarının bilimin kaderiyle bir bağlantısı olabilir mi? Olduğu kesindir; çünkü bu girişimler sırasında yürütü­len tartışmalar, doğaya ilişkin bilgimizi arttırmasa da, "doğru bilgi"ye ve "doğru bilginin çıkarılması yöntemi"ne ilişkin bilgimizin artması­na neden olmuştur; uzlaşmazlıklar, doktrinlerin daha da güçlenmesi­ni önlemiş ve bilgi alanlarının sınırlandırılmasına olanak sağlamıştır; hangi seçeneğin doğru olduğunun belirlenebilmesi için, düşünürleri güvenilir bir yöntem arayışına itmiştir ve öyle anlaşılmaktadır ki tarihsel koşullar bu hususta Müslüman düşünürlerden çok Hıristiyan düşünürlere yardımcı olmuştur.
Ortaçağ düşüncesi, bütüncüldür; yani anlamlandırma girişimle­rini, varlığın belirli bir bölümüne veya belirli bölümlerine değil, bü­tün varlığa yöneltmiştir; Tanrı ya bütün varlığın yaratıcısı ve yöneti­cisi (varoluş nedeni) ya da bütün varlığın bizzat kendisi olarak algı­landığından, düşünsel araştırmaların konusunu, doğrudan doğruya Tanrı oluşturur.
Buna bağlı olarak Bütün Bir Varlık'ın, yani Tanrı'nın bilgisi de bütüncül olmalıdır; kısacası aynı yol veya yöntemle elde edilmese ve dolayısıyla aynı niteliklere sahip olmasa bile, aynı konuya yöneldiği ve aynı konuyu değişik yönlerden sergilemeyi amaçladığı için, bir­birleriyle uylaşabilir ve uzlaşabilir bölümlerden oluşmalıdır. Bilimler, felsefeler ve din, yani bütün bir bilgi, aynı şeyi anlamaya ve kavrama­ya yönelmiştir; aslında tek bir ilim vardır ve bu ilim mevcut bütün bilgileri kucaklamaktadır; bu nedenle "Gerçek"i öğrenmek isteyen bir Ortaçağ düşünürü herşeyi bilmelidir; aksi taktirde, bilgisizliği ölçüsünde "Gerçek"in aydınlığından uzaklaşmış olacaktır.
Öyleyse Ortaçağ'da bütün bir varlık ve bütün bir bilgi dünyası bir "Mutlak Varlık"ın, bir Tanrı'nın mevcut olduğu inancı doğrultu­sunda yeniden düzenlenmiştir. Tanrı'nın varlığını ve bilgisini dışla­yan bir varlık ve bilgi düşünülemez; her şey, bu Evren ve bu insanlar, ancak ve ancak Tanrı ile vardırlar ve Tanrı'ya bağlı olarak bilinebi­lirler. Her açıklama, açıklanan şey ile "Mutlak Varlık" arasındaki doğru ilişkiyi saptama, açıklananı Tanrı karşısında konumlandırma girişiminden başka bir amaç taşımaz; yani açıklama edimi, bağımsız bir edim değildir; Tanrı kabulü ile belirlenmiş ve sınırlanmış bir edimdir; hiçbir açıklamada bu kabulden kurtulmak mümkün değil­dir. Şu halde, Doğu'da ve Batı'da Ortaçağ paradigması, yani anlam­landırma kuramı tamamen Tanrı merkezlidir.
Ortaçağ'da hüküm süren bu paradigmanın, en iyi gözlemlenebi­leceği alanlardan birisi, hiç kuşkusuz ki tarih alanıdır; çünkü tarih hem "var olanı" hem de "var olanın dönüşümünü" konu edindiği için, bu paradigmanın betimlenmesini büyük ölçüde kolaylaştırmak­tadır.
Tarihçiler, anlatımlarını Yaratılış Anı'yla başlatır (Gökler ve Yerler yaratılır ve Yerler insanlarla, hayvanlarla ve bitkilerle donatı­lır; insanlar topluluklar oluşturur; savaşır ve barışırlar; iyi davranış­larından dolayı ödüllendirilir ve kötü davranışlarından dolayı ceza­landırılırlar; Tanrı'nın gönderdiği elçiler veya bizzat Tanrı tarafın­dan uyarılırlar; Tanrı'yı tanır ve O'na iman veya isyan ederler) ve dönemlerinin siyasî ve dinî olaylarıyla bitirirler; arada kalan dönem­de her şey Tanrı'nın isteği doğrultusunda varlığa gelir, dönüşür ve varlıktan gider.
window.google_render_ad();

Hiç yorum yok: