31 Mart 2009 Salı

Osmanlılar'da Bilim

Osmanlılar döneminde yaşamış olan Türk bilginlerinin bilimsel faaliyetleri hakkındaki bilgilerimiz yeterli değildir. Çoğu, zamanın bilim dili olan Arapça ile yazılmış bilimsel eserlerin büyük bir kısmı henüz incelenmediği için, Osmanlı bilim tarihine ilişkin genel yargı­larda bulunmaktan şimdilik kaçınmak gerekir. Ancak 16. yüzyılın ünlü bilginlerinden Takîyüddîn'in astronomi ve matematik sahala­rındaki çalışmaları, gelişmiş bir bilimsel bilgi birikimine ilişkin çok güçlü ipuçları vermektedir.
Osmanlılar dönemindeki bilimsel etkinlikler, Gelenekçi Dönem ve Yenilikçi Dönem olarak adlandırabileceğimiz iki ayrı başlık altın­da incelenebilir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan İstanbul Gözlemevi'nin yıkılışına kadar geçen birinci dönemde, bilimsel araştırma­lar, Selçuklular aracılığıyla İslâmî birikimden aktarılan geleneksel kuramlar çerçevesinde yürütülmüşken, İstanbul Gözlemevi'nin yıkı­lışından Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna kadar geçen ikinci dönemde, başta matematik, astronomi, coğrafya, tıp ve mühendislik alanları olmak üzere Batı'dan aktarılan yeni kuramlara dayandırılmış­tır.
Osmanlılarda yaklaşık olarak üçer asır süren yükseliş ve çöküş süreci, siyasî bir süreçtir ve Osmanlı Dünyası'ndaki bilimsel etkinlikler, Fâtih dönemi bir yana bırakılacak olursa, siyasî yükseliş ve çöküşe koşut bir gelişme izlememiştir. Türkler, daha Selçuklular döneminde, belki de daha öncesinde İslâm medeniyetiyle ve bu me­deniyetin genel gelişim seyriyle bütünleştikleri için, 12. yüzyıldan sonra giderek önemini ve değerini yitirmeye başlayan bilimsel yaratı­cılığın düşüşünden kısmen de olsa etkilenmişlerdir. Gerçi bu dönem­de, gerek Osmanlı sahasında ve gerekse bu sahanın dışındaki sahalar­da bu düşüşü durdurmaya çalışan Nasîrüddin el-Tûsî gibi, Uluğ Bey gibi ve Takîyüddîn ibn Maruf gibi çok değerli bilginler yetişmiştir; ancak bunların çabaları bilimsel etkinliklerin gerileyişini, yavaşlat­maya yetmiş olsa bile, durdurmaya yetmemiştir. 12. yüzyıldan sonra yapılan çalışmalar genellikle özgün değildir ve eskileri özetlemek, kısaltmak, uzatmak ve yorumlamak gibi özü itibariyle yenileyici değil yineleyici bir yaklaşımın ürünüdür.
14. yüzyılda bütün kurum ve kuruluşlarıyla İslâmiyeti koruma ve yayma görevini üstlenen Osmanlılar, 17. yüzyıldan itibaren Hıris­tiyan Avrupa'nın bilim ve tekniğe dayandırılmış askerî mekanizması karşısında başarısız olmaya başlayınca, siyasî, iktisadî ve askerî alan­lar başta olmak üzere hemen hemen her alanda yeni düzenlemeler yapmak mecburiyetinde kalmışlar ve bu düzenlemeler sırasında, ge­nellikle Avrupalıların oluşturmuş oldukları modellerden yararlanma yoluna gitmişlerdir. 17. ve 20. yüzyıllar arasında, bilim alanında da benzer gelişmeler yaşanmış ve giderek genişleyen ve derinleşen bir Batılılaşma süreci sonunda Aristoteles, Galenos ve Batlamyus gibi Yunanlılar ile İbn Sina ve Beyrûnî gibi Müslümanlar tarafından tem­sil edilen geleneksel bilim kuramları bırakılarak Avrupa'da üretilmiş yeni kuramlara geçilmiştir.

Hiç yorum yok: